BULUNMAZ HİNT KUMAŞI

1 February 2017

Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman deve tellal iken, saksağanların en azından bir tanesi berber iken… Ben kayınçonun kızların beşiğini tıngır mıngır sallar, kızlardan küçük olanı yaygarayı basar iken. İp koptu, beşik devrildi. Anam olsaydı kapardı maşayı, babam olsaydı alırdı meşeyi, döndürürdüler dört köşeyi. Yok ikisi de ama ben yine de sıkmadım canımı, dar attım kendimi dışarı… Kaç kaç… kaçmaz mısın… en azından bi check-in yapmaz mısın? Ama olursa görenler söyleyenler diye yapmam, sana da bi saniye bakmam. Görürdü görmezdi derken vardım bir pazara. Bir at aldım dorudur diye. Bineyim dedim, at bir tekme salladı bana geri dur diye… Yahu sen de mi demeye kalmadan başladı hükümetin ağır topları ateşe. Topladım gülleleri cebime koydum ağırdır, satarsam gelir üç beş kuruş diye. Tozu dumana kattım, Edirne’ye yettim. Selimiye minarelerini soktum bir yere, borudur diye. Sonra yakaladılar beni attılar tımarhaneye, “La bu kesin delidir,” diye. Olaydı gelirdi babamdan haber, “Her zamanki huyudur!” diye. Olmayınca gelmedi, akıllı sandılar koydular karanlık bir zindana. Neyse uzatmayalım, başlayalım masala…

Efendim günün birinde bir manifaturacı varmış. Manifaturacının rafları o renkten bu renkten, simlisi simsizi, parıltılısı parıltısızı, enlisi ensizi, uzunu kısası, tek katlısı iki katlısı, top top, çeşit çeşit kumaşla doluymuş. Manifaturacı dükkânına da kumaşlarına da gözü gibi bakar, raflara güzel güzel dizdiği top top kumaşları her gün teker teker indirip tozlarını alır, mallarını müşterilere beğendirmek için türlü oyunlar, laf ebeliklerinde bulunur ve bir şekilde satmayı başarırmış.

O zamanlar bilirmiş manifaturacı Fadik Ağa, elbiseyi elbise yapanın kumaş değil de elbiseyi giyen olduğunu. O zamanlar bilirmiş manifaturacı Fadik Ağa, elbiseyi elbise yapanın kumaş olmadığını ve yemeğin salçalısının güzel olduğunu.

Kimseyi kazıklamazmış Fadik Ağa, kimseye olduğundan farklı görünmez, olduğundan farklı görünen bir şeyler satmazmış. Kumaşlarını uzak diyarlardan, egzotik topraklardan, bırakın gitmeyi, gitmeyi düşünmeyi bile kimseciklerin beceremediği ülkelerden getirtir, kumaşlarını alırken dükkânına gelen müşterilerin canlı renklerine, göz alıcı desenlerine, insanı kendine hayran bırakan ilmeklerine saf bir heyecanla vurulacağı kumaşlar seçmeye özen gösterirmiş.

Gel zaman git zaman Manifaturacı Fadik Ağa’nın ünü almış yürümüş. Ülkenin tüm kumaşçıları Fadik Ağa’nın önünde el divan durur olmaya başlamışlar. Hepsi kumaşlarını tercih etsin, kumaşlarını alıp satsın isterlermiş. Hâl böyle olunca Fadik Ağa da havalanmış, bir dudağı yerde diğeri gökteymiş gibi konuşmaya, önüne geleni terslemeye, artistik yapmaya ve müşterilerine eskisi gibi davranmamaya başlamış… Bütün bunlara rağmen öylesine beceriliymiş, aldığı kumaşları öyle iyi seçiyormuş ki müşterileri bundaki değişiklikleri sineye çekip ses çıkarmamaya devam etmişler. Fadik Ağa işini herkeslerden iyi bilen gözlerin takılmadığı desenlere burun kıvırıyor, seçkin müşterilerinin bir anda hayran düşmeyeceği ipekleri elinin tersiyle itiyor, çok güzel olsalar da o ince, narin peştamalları dükkânın kapısından sokmuyormuş.

Günün birinde uzak diyarlardan bir satıcı gelmiş manifaturacının önüne. Fadik Ağa, kılığı pek bir pejmürde olan adamı baştan aşağı süzmüş önce. Narin kumaşlarına layık olmadığına kanaat getirince de adamı başından savmaya karar vermiş.

“Hadi la, sağa diyom! Dolanma buralarda, dükkânın önünü kapatma, ikile,” demiş Fadik Ağa, müşterilerinin asla şahit olmadığı, kaba mı kaba bir ses tonuyla.

“Ağam, dur kovma beni, bendedir sana gereken,” diyecek olmuş adam ama Fadik Ağa’nın dinleyesi yokmuş.

“La olum yürü tatava etme,” demiş zavallı Angada’nın üzerine doğru yürüyerek.

Angada bakmış ki Fadik Ağa’nın amanı olmayacak, bir eliyle sırtına doğru uzanmış ve heybesini indirmiş yere. Fadik Ağa bakmış adamın bir iki tekmelik işi var, bakmış sümüklüböceğe benzeyen bu zavallıyı istese anında def edebilecek, bakmış ki herifçioğlu ısrarla bir şeyler zırvalamaya çalışıp duruyor, karar vermiş ona bir fırsat tanımaya ve kulak vermiş Angada’ya.

Angada kısık, kirli, pürüzlü bir sesle başlamış konuşmaya. “Ağam,” demiş, “senin ünün var, senin müşterilerin ülkenin en zenginleri, senin mallarının namı almış yürümüş yedi diyarda, sen ki Fadik Ağa’sın, sen ki yedi cihanın tanıdığı manifaturacılar kralısın, dur bi dinle beni hele… bi kulak ver bu zavallı Hintliye.”

Fadik Ağa, “Uzatma olum, kısa kes!” demiş… “Konuşuyor olduğun gibi yazsaydın işimiz vardı… hadi anlat ne diyorsan…”

“Ağaların ağası ağam, canımın yongası paşam… yol yolladım boy boyladım, saçma sapan lafları topladım geldim karşına; bilmem ne diyeyim, ne söyleyeyim de edeyim gönlünü bir anda… Bende bir kumaş var ki sen de müşterilerin de bayılacak anında. Bu kumaşın eşi benzeri yok, rafına koyar koymaz satacak, satın alan müşterinin sadece parasını değil hayır duasını da alacaksın. Hint diyarından gelir Angada kulun, çantasında bulunmaz Hint kumaşıyla…”

Lafı uzatmayalım, Angada heybesini açmış ve bir top bulunmaz Hint kumaşı çıkarmış ortaya. Kendini bildi bileli kumaşlarla uğraşan Fadik Ağa görmemişmiş hiç böyle bir şey. İncecik ama dayanıklı, rengârenk ama ağırbaşlı, akla aynı anda hem durgunluk hem de dinginlik katan desenleriyle herkese yetmeyecek kadar az, kelli felli müşterilere anca yetecek kadar da çokmuş kumaş. Fadik Ağa ile Angada uzun bir pazarlığa girişmişler. En sonunda anlaşmışlar ve Fadik Ağa, bu eşi benzeri görülmemiş kumaş karşılığında Angada’ya son model telefonunu vermek zorunda kalmış.

Telefonu eli ayağıymış Fadik Ağa’nın ve kendini âdeta çıplak kalmış gibi hissediyormuş. Ne Facebook’a bağlanabiliyormuş ne bir tweet atabilmiş ne de What’s Up’tan arkadaşlarıyla yazışabilmiş uzun süre. Mecburen diğer esnafla yüz göz olmuş, uzaklardaki yakınlara bir şeyler yazıp paylaşımlarda bulunamayınca karnına ağrılar girmiş. Sadece kendiyle kaldığı o can sıkıcı zamanlarda, tezgâhın altına gizlediği, kimseciklere göstermediği ve ancak karşılığını gerçekten verecek birilerine satmayı hayal ettiği bulunmaz Hint kumaşını çıkarır bakarmış uzun uzun. Öyle güzel öyle güzelmiş ki kumaşı, birilerine satmaya kıyıp kıyamayacağını bilemiyormuş Fadik Ağa.

Bu arada bulunmaz Hint kumaşı da kendini bulunmaz hissetmekle meşgulmüş ve kendisiyle boy ölçüşebilecek bir metrecik kumaş dahi olmadığına tammış inancı. Kendi kendine, “La olum,” demiş, “var mı senin gibisi bu dünyada? Kim sarabilir o ince belleri, o alev alev ikizleri, senin yaptığın gibi? Var mı senin renklerine sahip bir top kumaş daha; var mı böyle güzel ve çekici desenleri olan; kim yarışabilir senin inceliğin, senin enin, senin güzelliğinnen?”

Günlerden bir gün ülkenin padişahının yolu düşmüş Fadik Ağa’nın dükkânına. Bir hışımla girmiş içeri, “Hangi gavattır buranın sahabı?” demiş lambalardaki alevlerin titremesine neden olan gümbür gümbür bir sesle. Herkes çok korkmuş, sinip kalmışlar öteye beriye.

“Be-benim,” demiş Fadik Ağa, ince mi ince bir sesle, âdeta fısıldar gibi.

“Sen de kimsin?” diye gürlemiş cihan padişahı.

“Ben Fadik Ağa,” demiş Fadik Ağa. “Biricik kulunuz, Fadik Ağa.”

“Yıkıl godoşşşş!” demiş padişah. “Biricik zevceme bir elbise yaptıracağım… ser bakalım en güzel kumaşlarını ayaklarımın dibine, yoksa uçar gider kellen bir hamlede.”

Fadik Ağa aslında hiç istemiyormuş bulunmaz Hint kumaşını satmayı padişahına çünkü kumaşın ederini alıp alamayacağına emin değilmiş. Boru mu bu, padişah… alamaz mı istediğini bir defada?

Bir umut, bir cesaret gelmiş üzerine Fadik Ağa’nın, gitmiş sıradan müşterilerine sattığı kumaşların bulunduğu raflara ama padişah kaçın kurbağası, yer mi hiç? İki adam göndermiş zebellah gibi, tutup çökertmişler oracığa. “Bre gavat,” demiş padişah, “dalga mı geçersin sen cihan padişahıyla? Vurdurayım kelleni şuracıkta, anlarsın o zaman kim olduğumu gani gani kanayınca… “

“Aman etme, kıyma kelleme, öpeyim elini eteğini, bağışla beni pinterestime…” demiş Fadik Ağa. “Hele bir gör sana vereceğim kumaşları, ondan sonra istersen kopar kellemi kendi ellerinle, lime lime et istersen tüm damarlarımı,” diyerek aman dilenmiş Fadik.

Sarayda kraliçeden sık sık dayak yemekte olan kral bu sözler üzerine Fadik Ağa’nın canını bağışlamaya karar vermiş, en azından bir süreliğine.

Fadik Ağa bulunmaz Hint kumaşını göstermiş, padişah bayılmış, kumaşı alıp Fadik Ağa’nın kellesini vurdurmuş oracıkta ama önce bir cigara tüttürmesine izin vermiş. O son cigara bir tatlı gelmiş ki Fadik Ağa’ya sormayın. Uzun uzun çekmiş içine, doldurmuş ciğerlerini katranla nikotinle.

Bulunmaz Hint kumaşını alıp heyecanla saraya giden padişah hemen diz çökmüş kraliçenin ayaklarına, el ayak ortadan çekilince. “Canım, bir tanem, biricik shekerim, bak sana neler aldım geldim,” demiş Kraliçe Seraka’ya.

Kraliçe Seraka bulunmaz Hint kumaşına bakmış ve baktığı anda âşık oluvermiş bulunmaz Hint kumaşının renklerine, desenlerine… Yüzüne hoş bir gülümseme yayılmış ve kralın sipariş ettiği yarım kilo kıymayı unutmuş olmasını sineye çekmeye karar verip kıymadan bahsetmemiş hiç. İçin için kırgınmış ama yine de kendine hâkim olmayı başarıp hiçbir şey olmamış gibi yapabilmiş çünkü artık bulunmaz Hint kumaşına sahipmiş.

Kraliçe, Terzi Nasri’yi çağırtmış hemen ve kendine dillere destan bir elbise diktirmiş. Önceleri her fırsatta elbisesini üzerine geçirir ve geçermiş koca koca boy aynalarının karşısına. Hemen bir selfie çekip Facebook’a koymuş, biraz editleyip kendini bir parça incelttikten sonra. Bununla da yetinmemiş ve resmini göndermiş bir anda Instagram’a.

Kimse bilmezmiş ama kraliçe aslında kötü kalpli bir hortlakmış ve kontrolü altına aldığı kralı kullanarak ülkedeki bütün güzel kumaşları ele geçirmek, herkesten daha güzel elbiselere sahip olmak ve hortlaklığının çirkinliğini gizleyip herkese güzel görünmek istiyormuş.

Kraliçenin elbisesine bayılmış herkes. Arkadaşları bol bol like etmiş; kendilerini çok açık etmek istemeyenleri de What’s Up’tan yazmışlar, kraliçeye ve elbiseye nasıl da bayıldıklarını. O bulunmaz Hint kumaşından dillere destan elbisenin ve o bulunmaz Hint kumaşından dillere destan elbisenin içindeki kraliçenin güzelliği konuşulur olmuş bütün krallıkta. Herkes çok mutlu, herkes çok huzurluymuş.

Gel zaman git zaman kraliçe elbisesini kanıksamaya, elbiseden yavaş yavaş bıkmaya, başka kumaşlara ilgi göstermeye başlamış. Ama ne yaparsa yapsın kendi elbisesinden güzelini de bulamıyormuş bir türlü. Epey bir süre kendi elbisesinin kumaşından daha çok beğendiği bir kumaş bulamamış ama elbisesini de eskisi gibi uzun uzun, özenle katlamıyormuş artık.

Bir gün Zırttıristan Kralı Büryan onuruna verilen bir yemekte Zırttıristan Kraliçesi Süttüren’in üzerinde bir elbise görmüş ve o andan itibaren tüm dünyası bu elbise oluvermiş Kraliçe Seraka’nın. Nasıl yapsam da öğrensem nereden aldığını, diye düşünüp durmaya başlamış. Sonra hortlak olduğunu anımsayıvermiş birden ve Kraliçe Süttüren’e bir kara büyü yapmış. Büyünün etkisi geçmeden hemen yanına gitmiş zavallı kadıncağızın ve ipek gibi yumuşak bir sesle:

“Kardeş ne güzelmiş elbisen,” demiş. Kötü kalpli Kraliçe Seraka’nın büyüsü altında olan Süttüren ise kraliçenin niyetini asla anlamamış. “Ay teşekkür ederim abla, sorma valla bi denk düştü, indirimden alıverdim işte,” diye cevap vermiş. İçin için sinirlenen ama sinirini belli edip büyünün bozulmasını istemeyen Seraka yine alttan almış. “Ablan kurban olsun sana. Kız hadi söyle, delirtme adamı hınzır… Nereden, kaça aldın, kime diktirdin fıtır fıtır?”

En sonunda büyü etkisini iyice göstermiş ve dili çözülen Süttüren anlatmış Seraka’ya kumaşı nereden aldığını. Kötü emellerine ulaşan Seraka hemen kendini yatak odasına atmış ve bir zamanlar gözü gibi baktığı, bulunmaz Hint kumaşından elbisesini üzerinden çıkarmış hızlıca, âdeta bir paçavra parçasıymış gibi. O güzelim elbise yere düşer ve o narin kumaş kraliçenin nasırlı ayakları altında buruş buruş olurken Seraka’nın aklında tek bir şey varmış: Yeni elbisesi ve yeni elbisesinin kendisini nasıl da güzel göstereceği.

Bulunmaz Hint kumaşından elbise neler olduğunu anlayamamış bir süre. Beklemiş alsın kendisini yerden kraliçe, katlasın ve yerleştirsin gardırobunun en güzel ve en mahrem yerine. Ama bu beklenti gerçekleşmemiş çünkü kraliçe için artık değişmişmiş bir şeyler. Yani kumaşlar, yeni desenler, yeni modeller varmış onun aklında ve heyecan içindeymiş.

Hemen kurulmuş king size yatağına, almış bilgisayarını eline ve tek tek basmış o büyülü harflere: b-u-l-u-n-m-a-z-H-i-n-t-k-u-m-a-s-i-.-c-o-m

Kraliçe siteye girer girmez kendini kaybetmiş. Her yer, her sayfa, her sütun, her başlık, her fotoğraf bulunmaz Hint kumaşlarıyla doluymuş. Kırmızısından mı alsa yeşilinden mi, sarısı mı güzel moru mu yoksa allısını mı atsa sepete turnalısını mı bilememiş bir süre. En sonunda hepsinden biraz biraz almaya, kendisine bulunmaz Hint kumaşlarından yama işi bir elbise yaptırmaya karar vermiş.

Kraliçenin bulunmaz Hint kumaşları birkaç gün içerisinde, hızlıca teslim edilmiş sipariş edene. Kraliçe hemen kraliyet terzisini çağırtıp elbisesini hazırlatmış ve türlü sosyal medya hesaplarında paylaşmış gani gani. Herkes hayran kalmış kraliçenin bulunmaz Hint kumaşından elbisesine ve bulunmaz Hint kumaşından elbise içindeki kraliçenin güzelliğine.

O günden sonra herkes elbisesinin kumaşını online satın almaya başlamış. Krallıktaki tüm kadınlar bulunmaz Hint kumaşından elbiseler yaptırmış, bulunmaz Hint kumaşından elbiseleri içinde mutlu mesut yaşayıp gitmişler. Hortlak kraliçe ise bulunmaz Hint kumaşından elbiseleri giyen sadece kendisi olmadığı için hırsından çatlamış ama elinden hiçbir şey gelmemiş. Zaten zaman içerisinde herkes başlayınca bulunmaz Hint kumaşından elbiseler giymeye, bulunmaz Hint kumaşı da eskisi kadar cazip gelmemeye başlamış kraliçeye. Dizlerinden yırtık kotlara bakmış uzun uzun, sonra da ince belini iyice ön plana çıkaran dar, kıpkırmızı bir elbise almış kendine ve tüm hırslarından kurtulup halkının mutluluğu için çalışmaya başlamış.

Gökten üç elma düşmüş kırmızı mı kırmızı. Biri dur durak bilmeden, kelimelerden az biraz tasarruf etmeden, zıttırı vıttırı yazarak anlatana, diğeri sıkılmadan sonuna kadar okuyana… umalım ki insin üçüncü elma da hür teşebbüsün kafasına.

Masaldır aslı masalın… gerçek geçer masala, masal döner gerçeğe… Zihninde kurar insan olmaz dese de ama bir gün bakıvermiş ki gerçekten dönmüş bulunmaz Hint kumaşı adi bir Amerikan bezine.

Image
Hİngal Yapıyoruz
Image
MOBİL YATAK PROCESİ
İnsanlık için küçük ama belki de bizim için büyük bir adım... Belki de kendi karavanımızı yapmamızın ilk adımı. Kızıma yatak yapıyoruz. Şöyle gecenin kör karanlığı çöktüğünde mışıl mışıl uyuyabilmek için. Bakalım becerebilecek miyiz?
Image
BİR GÜZEL KIZIN ARDINDAN

    Leave a comment