İÇİMDEKİ ÇOCUK ÜÇLEMESİ I – Geber Köpek

5 February 2017

İçimdeki çocuğu öldürdüm. Siz ne düşünürsünüz bilmem ama bence hıyarın tekiydi. İçindeki çocuğu öldürmekten muhabbet hapis diye bir şey var mıdır emin değilim ama gerçekten de pisliğin tekiydi; öyle ya da böyle, ceza indiriminden yararlanamayacak olsam da zerre kadar pişman değilim ve yine olsa yine yaparım.

İçimdeki çocuğu öldürdüm, üstelik bundan da büyük zevk aldım galiba. Belki de kendi kendimi kandırıyorum çünkü galiba seviyordum ben o ufaklığı. Neyse, dert değil. Bir süre onsuz idare etmeyi denemeliyim… Beklenmedik bir şekilde bir tane daha çıksa; kıyıda köşede, karanlıkta kalan bir yerlerden, kalbimle ciğerimin arasındaki minik boşluklardan kafasını uzatıp, “Merhaba, ben içindeki diğer çocuk… Tanışalım mı?” diye sorsa, galiba onu da düşünmeden öldürebilirim; çünkü bu heriflerin bana bir faydası olmuyor.

İÇ: “Hadi hadi… işte haftasonu geldi… bütün hafta sen bu günü beklemedin mi? Coşalım coşturalım, aleme akalım… ”

BE: “Olum dur iki dakka… aleme nereye akıyoruz? Kimle akıyoruz? Ne yapıyoruz? Hatta neden yapıyoruz?”

İÇ: “Akalım da gerisini buluruz be abi… Kaderde ne var bilinir mi hiç?”

BE: “Kaderi salla gülüm, biraz sakinleşmek, biraz kendime dönmek, biraz dinlenmek istiyorum ben artık… Çok yorgun gibiyim sanki.”

İÇ: “Bırak hikâye anlatmayı be güzel abicim… Yaş kaç senin? Şimdi yorgunsan motor alıp Avrupa turuna çıkacak enerjiyi ne zaman bulacaksın? Kuzey ışıklarını yerli dizi falan mı sanmıştın ki sen? Enerjini daha bu yaşta kaybedersen on yıl sonra ne olacak? Gel sen bana bırak kendini? Şöyle bir sürpriz falan yapsak sevdiğimiz birine, ne dersin? Hiç çekinme… sen de mutlu olursun.”

BE: “Aaa ne güzel fikir… ”

İçimdeki çocuğu öldürdüm, çünkü beni yapmak istemediğim şeyleri yapmak istediğime inandırıyor, sonra da bu yaptıklarımı isteyerek yaptığıma inanmayı sağlayıp pişmanlıklarımı unutturmaya çalışıyordu. Pişmanlıklar olmadığında insan aynı aptallıkları tekrar tekrar yapabiliyor ve aynı aptallıkları böylesine sıkça ve üst üste tekrarlamak da sinir bozucu, insanı yıpratan bir deneyim. Kaç kereler dedim kendisine: “Yapma gülüm bunu bana; yapma bak, sonra pişman oluyor ama pişmanlığımı bile doyasıya yaşayamıyorum. Senin yüzünden salak salak davranıyor, ama asla bir yere varamıyorum. Yahu senin sayende başıma gelen iyi bir şey var mı? Defalarca rezil ettim kendimi… kim bilir kimler gülüyor arkamdan ya da karşımdan da benim haberim yok. Daha doğrusu var da yok… ”

Tutturmuş bir lakırdı, yok efendim kimin neye güldüğünün ne önemi varmış, kendi işine bakmalıymışım; hayatını bunları düşünerek geçiremezmişim, KGRG demeliymişim! Mış, muş; mışım, muşum… Baştan sona hikâye…

Aslında inanmıştım ona bir süre için… İnanmayacaksınız ama belki hâlâ da var inanasım. Ama yok… Aptallaştırıyordu beni… “Nereye kadar sürer bu salaklık? Başına bir şeyler gelecek en sonunda,” dedim ona, son bir kez daha uyarayım, aklını başına toplaması için ona bir fırsat vereyim diye düşünerek. Beni dinledi mi peki? Nerde… Hak etti yani başına geleni.

İçimdeki çocuğu öldürdüm çünkü tutturmuştu rahmetli, “Hayat çok kısa, istediklerini yapacak, elinde olanlarla mutlu olmaya bakacaksın,” diye. Başka bir hikâyeyi anlatıyordu özetle. Yahu sana ne kardeşim, başıma gelen ne varsa kendimce başa çıkmak, üzüntümü ya da sevincimi doyasıya yaşamak; hatta gerektiğinde her şeye gani gani boş vermek istiyorum. Her şeye küsmek niyetim varsa bırak da küseyim; bana keyif vermeyen şeyler belli bir düzeyin üzerine çıktıysa bırak isyan edeyim. “Hayatta mümkün değil… İzin veremem,” dedi bana, sanki dalga geçer gibi. Sen misin öyle diyen, ben de geberttim kendisini.

İçimdeki çocuğu öldürdüm çünkü artık büyüme zamanı gelmişti belki de. Belki de onun en ufak günahı yoktu ve sadece bana yardım etmeye çalışıyordu ama yetmişti gari. Herkesin sabrının da bir sınırı var(dı). Gerçi ben benimkinin bir sınırı olduğunu asla düşünmemiştim ama kendi söylediklerim benim için de geçerliymiş. “Yapma ne olur, gadanı alayım, dibine vurduğumun,” diye yalvardı son anlarında [itiraf etmeliyim ki biraz kırsal biriydi]…

Yüzümde en ufak bir tereddüt görememiş olacak ki, “Bu kadar yıldır seni böyle tanıdılar… Sensin bu sen… nasıl başka türlü olabilirsin ki? Bu hâlin orijinal mi sanıyorsun, sapık?” dedi manyakça bir özgüvenle ve bu sefer bana saldırıp istediği noktaya gelmemi sağlamaya çabalayarak.

Bu arada ben de giderek sinirlenmekte, kendimi her geçen anla birlikte biraz daha büyüyen, karşı konulamaz, beni bile hafiften tedirgin edecek kadar şiddetli, herhangi bir mantığı bulunmayan ve kabul etmek zor olsa da giderek kontrolden çıkan bir öfkenin kollarına bırakmaktaydım. “Benim sayemde elde ettin ne elde ettiysen,” dedi heves ve bu yeni taktiğine duyduğu güvenle. İnanır mısınız, hiç yoktu dinleyesim kendisini.

Bir hışımla fırladım yerimden… Yüzünde belli belirsiz bir korku dolaştı sanki. Dosdoğru ona, o minik bedene doğru ilerledim büyük bir heves, içten bir nefret, samimi bir öfke ve delice bir hızla.

Kalbimin en karanlık köşelerine doğru gitmesini sağladım önce. O önümde tedirgin adımlarla gerilerken ben kararlı adımlarla yöneldim dosdoğru ona doğru. Yüzünde tuhaf ifadeler dolaşıp duruyordu. Belli ki ilk başta inanmamış, korkutmaya çalışıyorum sanmıştı ama ben kararımı vermiş durumdayım çoktan.

Epey bir kaçtıktan sonra dört bir yanının karanlıkla kaplandığını, ne tarafa gitmesi gerektiğini kestiremediğini anlayınca derin ve son derece çaresiz bir paniğe kapıldı. Yalvarmaya başladı, tüm o sahte inandırıcılığıyla: “Bak kimse sevmez seni sonra,” dedi. “Ben olmadan sen bir hiçsin,” diyerek beni her zamanki gibi tavlamaya, aklımı bulandırıp bir kere daha kandırmaya çalıştı. Ama dedim ya çok kararlıydım diye… “Hadi canım yalan söylüyorsun,” dedim, “beni senin bana yaptırdıkların yüzünden sevmiyor ki kimse. Beni ben olduğum için seviyorlar… sen olsan da olmasan da sevecekler… asla yalnız kalmayacağım, asla bir başıma yürümeyeceğim bu yollarda. Hade… hade… ” İşin içine bir parça Amerikan draması katıp yalnız ölmeyeceğimi falan da söylesem mi diye tereddüt ettim bir an ama sonra bunun da çok abartılı olacağını düşünüp vazgeçtim.

Aniden üzerine atıldığımda bir şaşkınlık yaşadı ve zamanında hamle yapıp kaçmayı başaramadı. Tuttum kolundan, sertçe çökerttim yere. “Salavat getir la, seni gerizekâlı,” dedimse de sanırım anlamamıştı beni. “Bak sevmez kimse seni,” diyebildi sadece. Peh! Bıktım ulan artık senin boş tehditlerinden, bıktım her şeyi alt üst etmenden, diye düşündüm bir yandan da içim acıyarak. Zavallı hâlâ yalvarıp duruyordu ama acımadım hiçbir şekilde.

Mutfak tezgâhının üzerinde duran ve sanırım bulaşık makinesine kaldırılmayı bekleyen (içimde bir mutfak tezgâhı ve bulaşık makinesi olduğunu da öğrenmiş olmuştum böylece :P) bir ekmek bıçağı ilişti gözüme. Hızla ve daha önce kimseyi bıçaklamamış birinin acemiliğiyle aldım eline. Bedenin türlü yerleri üzerinde gezinen bıçağa baktı bir an aptal aptal. İçimdeki çocuk açısından oldukça uzun ve sancılı, benim açımdansa gerçekten de böylesine zor ve acı verici bir deneyim olacağını nereden bilecektim ki…

Neyse… artık çok geç zaten…

İçimdeki çocuğu öldürdüm ama ve zerre kadar pişman değilim.

Image
Hİngal Yapıyoruz
Image
MOBİL YATAK PROCESİ
İnsanlık için küçük ama belki de bizim için büyük bir adım... Belki de kendi karavanımızı yapmamızın ilk adımı. Kızıma yatak yapıyoruz. Şöyle gecenin kör karanlığı çöktüğünde mışıl mışıl uyuyabilmek için. Bakalım becerebilecek miyiz?
Image
BİR GÜZEL KIZIN ARDINDAN

    Leave a comment